ÖNSÖZ

                     Ö N S Ö Z

   “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim; mahlukâtı yarattım” buyurarak varoluş sırrını açıklayan Alemlerin Rabbi Yüce Allah’a sonsuz hamd ü senâ, O’nun, âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa’sına ve

   Ehl-i Beyt’ine sayısız salât ve onların kutlu yollarından yürüyen ve “görüldüklerinde Allah’ın hatıra geldiği” Hakk’ın dostlarına ve tüm güzel kullarına selam olsun. . .  
   Cenab-ı Hakk ile kullar arasında, ruhlar yaratıldıkları zaman, Elest Meclisi’nde bir ahidleşme olmuştu. Bir misak gerçekleşmişti. İnsan, her şeyin en güzeline, Güzeller Güzeline o demde şahit oldu.

   Ruh, dünya sahnesine geldiğinde, beden içerisine hapsolup birçok perde ile perdelenince; insan, ruhunun o Elest Bezmi’ndeki ahvaline hasret kaldı, aradı durdu.
   Kimi aradığını buldu, kimileri hiç hatırlamaz oldu. Allah’ı zikir, işte insana ruhunun o misaktaki ahvalini hatırlama yolunu açar.

   Elinizdeki Dua ve Zikir bu yolun bir kısım işaret taşlarını ortaya koymak
tadır. Zikirden gâye olan hatırlama gerçekleşince, insan aslî varlığı ile bütünleşir.

   Artık Allah ile kul arasındaki perdeler kalkmıştır. Kulluktan murad, ideolojik saplantılar ve nefsi-siyasî analizlerden dini tamamen uzaklaştırıp, ibâdetle ve kalbî boyutta Allah’a vâsıl olmaktır. Yani kulun kalp kulvarında Allah’a yürünıesidir. Tasavvuf, insanın gönül yoluyla Allah’a gitmesidir. Halk içinde Hakk’la beraber olmasıdır. İnsanın asıl gâyesi de budur. Bu hâle insan ubüdiyetle, ibâdetle vâsıl olur. Tasavvuf, İslam’ın yaşanılır tarzıdır. İslam’ ın yaşanılır hâl boyutudur. Bu, Resülullah’ın (s.a.a.), sahabesinin ve özellikle de Ehl-i Beyt’inin hâlidir.

   İslam dünyasında, tasavvufu hayatına en güzel tarzda geçiren millet de, Türk Milletidir. Sahabe içerisinde de bu hayatı en mükeınmel şekilde yaşayan Ehl-i Beyt’tir. Bir mânâda Ehl-i Beyt’in hâli kulluğun doruk noktada yaşan
masıdır.

    Allah’ı bilmek ve O’na hakiki mânâda kul olınak, ibâdetler vesilesiyle mümkündür. Bütün ibâdetler Allah’ı zikir içindir ve zikir ibâdetlerin özüdür.

    Yüce Allah, kendisini zikreden kullarına, “dostlarım ve sevgililerim” diye iltifat etmektedir. Bir kul için Allah tarafından, “dostlarım ve sevgililerim” olarak nitelendirilmekten daha değerli, daha büyük bir şey olmasa gerektir. Böyleleri Allah’ın rızasına kavuşan kimselerdir. Zira her sevilen sevgilisinden ikram görür. Yüce Allah’ın ikraın ve iltifatından daha yüce bir karşılık olamaz. 

   Her insanın kalbinden Allah'a bir yol gider. Fakat insanın Cenab-ı Hakk’a vuslatına iki engel vardır: Nefis ve Şeytan. 

   İşte bu yolun önündeki engeller bunlardır. 

   Nefsin ıslahı gerekiyor. Yani insandaki hayvanî duyguların tezkiyesi gerekiyor. Nefs-i emmâre dediğimiz dünya, böyle bir dünyadır. Bunun tezkiyesi Hakk’ı çokça zikir ile mümkün olur. Tezkiye, Allah’ı kalpte hâkim kılmaktır. Kulluktan asıl gâye de budur. Allah’ın tecellisinin, o nefsin ve kalbin üzerine gelmesidir. Ancak zikir ve kalbe gelen tecelliler yoluyla, insanın Allah’a varmasındaki önündeki nefis engeli aradan çıkar, kul Allah’a vâsıl olur. 

   İnsanın Allah’a vâsıl olmasında önündeki bir diğer engel de Şeytan’dır. Allah’a varmak isteyen insan, gaflette olınamak ve Şeytan’ın vesveselerinden emin olmak için, dâima Allah’ı zikirle meşgul olmalıdır. 

   Kalbin salah bulunması ancak Zikrullah ile mümkündür. Zikrullahın hâkim olduğu kalp, Allah’ın tecelli ettiği kalptir, orası adeta beytullahtır. 

   Bir kalbe zikir yerleştiği zaman, oraya Şeytan yaklaşır ise çarpılır. .. Tıpkı insan, Şeytan’a yaklaştığı zaman çarpıldığı gibi. 

   Cenab-ı Hakk, çok zikredenlerin kurtuluşa erdiğini beyan ediyor. 

   Hz. Peygamberin “Ahir zamanda öyle fitneler zuhür edecek ki, kişi mü’min olarak sabahlayacak fakat kâfir olarak akşamlayacak, mü’min olarak akşamlayacak ama kâfir olarak sabahlayacak; dini ise beş paralık dünya menfaati karşılığında satacaktır” diye haber verdiği âhir zaman fitnelerine, ancak böyle bir tezkiye ve kalp uyanıklığı ile karşı durabilir. 

   Risâlet nurunun sahibi olan Hz. Peygamber ve O’na Vâris velâyet nurunun sahibi olan irşad ehli veliler, nefs tezkiyesi ve Allah’a vuslatta İlâhî vesilelerdir. 

   Şüphesiz ki hidâyet, Allah’tandır. Ancak resüller, nebiler ve veliler bu hidâyete vesiledir. 

   Cenâb-ı Hakk, hidâyet ve rahmetini enbiyâ ve evliyâ vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine âdetullah gereğidir. 

   Resülullah’tan sonra imamet ve velâyetin şâhı İmam Ali’dir. 

   Yüce Allah,İmam Ali’nin yolundan ve soyundan ta velâyetin son sancaktarı İmam Mehdi’ye (a.s.) kadar mü’minleri dâima istikamet üzere yürütecek irşad ehli veliler lutfetmiştir. 
 
   Bu Allah’ın nasbı ve nasibiyledir. 

   Tezkiye edici olması, Peygamber Efendimizin en önemli vasıflarından bir tanesidir. İnsanları, küfürden, nifaktan, samimiyetsizlikten arındırıp, iman, ihlâs, saınimiyet, ibâdet zevki kazandırıyordu. Bu hâlleri kazandırmak için sahabesinden bazılarına dua edip arınmalarına vesile olurken, bazen onlara virdler tarif ediyor. 

   Görevleri insanları irşad etmek olan insan-ı kâmiller, bazen dilleriyle, bazen elleriyle, bazen dualarıyla, bazen tarif ettikleri virdlerle, bazen ikazlarıyla, gönüllerdeki rahatsızlıkları tedavi edip insanların Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmalarına vesile olurlar. 

   Onlar, kullara Allah’ı hatırlatan Hak dostlarıdır. 

   Kulları Allah’a, Allah’ı da kullarına sevdirirler. 

   Onlarla beraber olmak bizi Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırır. Aksi takdirde ise, kalbimiz fitne fücurla dolar. İbâdet ve istikameti terk ederiz; İslam adına avukatlık yapmış görünür ama hakikatte Şeytan’la dost-arkadaş oluruz. 

   İrşad vazifesinde “seçilmişliği” gözardı edip baş olma sevdası içindeki bazı insanlar, kendilerini haklı çıkarmak için sahabe, Ehl-i Beyt ve hatta Peygamber Efendimizin bizzat kendisine iftiralar atmaktan, dinde olmayan şeyleri uydurınaktan çekinmemişlerdir. Bu, tarih boyunca yaşanmış ve hâl-i hazırda da yaşanagelmektedir. 

   Elinizdeki eserde bu mânevîyat kılıflı bid’atlere de açıklık getirdik. 

   Son bölümde ise kulun, Allah’ın kapısındaki yakarışına, duaya ayırdık. Hayatın hangi zaman ve zemininde O’nun kapısında hangi dualara yapışmamız gerektiğini, Hz. Peygamber’in dilinden aktarmaya gayret ettik. 

   “Dua ve Zikir” isimli eserimizin hazırlanınasında başta muhterem eşim olmak üzere emeği geçen herkesten, Allah razı olsun, diyor; iki cihan saadetleri diliyorum. 

   Bu vesile ile Yüce Allah’ın sonsuz rahmet ve bereketini, O’nun seçkin elçisi Muhammed Mustafa’nın, Ehl-i Beyt’inin ve onların yâranları ve âhir zamandaki müjdecisinin şefaat ve himmetlerini niyaz ediyorum. 
 
Prof. Dr. Haydar Baş 
Trabzon / 2014 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol